|
|
|
JANSET
- Masallar ve Şairler
|
|
|
|
|
|
|
SESLİ ÇOCUK MASALLARI
Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş.
HAYDİ DİNLEYELİM!
Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.
HAYDİ DİNLEYELİM!
Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Eski zamanlarda, ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ve karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlandığı için artık eskisi gibi çalışamıyormuş. Kazandıkları para ancak karınlarını doyurmaya yetiyormuş.
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş:
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı.
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bir zamanlar yedi güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş!
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış. Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış. ” En iyisi buralardan gitmek ” diye düşünmüş eşek. “Bremen’de şarkıcılık yaparım. Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten.” Böylece bir sabah
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bir zamanlar yedi güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş!
HAYDİ DİNLEYELİM!|
Bahçenin birinde bir kiraz ağacı varmış. Ağacın önce beyaz çiçekleri, sonra da kırmızı kırmızı kiraları olurmuş. Kiraz ağacının kapısı konuklara açıkmış. O hiç yalnız kalmazmış.
HAYDİ DİNLEYELİM!
Selim günlerdir uyumuyor hep yapmaya çalıştığı arabasını çalıştırıp çalıştırmayacağını düşünüyordu. Öyle büyük bir arabayı nasıl yapar ki bir çocuk diye düşündünüz değil mi? Haklısınız. Selim daha 12 yaşında bir çocuk. Ama araba da öyle benzinle çalışan trafiğe çıkacak bir araba değil ki.Tahtadan ve Selim’e göre bir araba.
HAYDİ DİNLEYELİM!|
MASALLAR
RAPUNZEL
Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.
Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş.

Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzel önce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine.

Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.

Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.
|
Tarih: 13:36, 31/7/2007 Kategori: MASALLAR VE CIZGI FLIMLER |
Yorum (5) | Yorum yaz | Bağlantı |
|
PAMUK PRENSES MASLI:)
PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER |
|
Bir kış günü bir kraliçe pencerenin önünde dikiş dikerken iğne eline batmış. Hemen bir parça pamukla elinden akan kanı silmiş. Keşke demiş kraliçe " teni şu pamuk kadar beyaz, dudakları kan damlası kadar kırmızı ve saçları şu pencerenin pervazı kadar kara bir kızım olsa."
Bir gün kraliçenin dileği yerine gelmiş. Bebeğine Pamuk Prenses adını vermiş. Ne yazık ki, kısa süre sonra ölmüş. Kral zaman içerisinde yeniden evlenmiş. Karısı güzel bir kadınmış ama cok iyi kalpli değilmiş. Bütün gün aynanın karşısına geçip, "Ayna ayna dile gel, söyle bana kim daha güzel " diye sorarmış. Ayna da şöyle cevap verirmiş; "Bundan kuşku duyan var mıdır bilmem, tabi ki en güzel sizsiniz kraliçem."
Günlerden bir gün ayna kraliçenin bu sorusuna farklı bir yanıt vermiş; "Bunu nasıl söyleyeceğim bilemem ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem." Bunun üzerine çok sinirlenen kraliçe hemen bir avcı bulmuş ve ona "Pamuk Prensesi alıp ormana götür ve bana onun yüreğini getir," diye emretmiş. Adamcağız Pamuk Prensesi ormana götürmüş ama öldürmeye kıyamamış. Durumu anlayan Pamuk Prenses "beni burada bırak. Bir daha asla geri dönmem merak etme" diyerek avcıya yalvarmış. Avcı da merhamete gelmiş ve onu orada bırakıp bir ceylanın yüreğini kraliçeye götürmüş. Pamuk Prenses ormanda saatlerce yol almış. Tam kaybolduğunu düşünürken küçük bir kulübe görmüş. Kapıyı çaldığı halde kimse açmayınca da içeri girmiş. Ne ilginç bir evmiş bu böyle. Masada yedi küçük tabak ve yedi küçük bardak duruyormuş. Zavallı Pamuk Prenses çok aç olduğu için hemen bir şeyler yemiş. Sonra da üst kata çıkmış. Bir kaç saat sonra Pamuk Prenses öfkeli seslerle uyandırılmış. "Bizim evimizde ne arıyorsun sen?" Pamuk Prenses işçi giysileriyle evin içinde dolaşıp duran yedi küçük adama bakmış. Başına gelenleri onlara anlatmış. "Gördüğünüz gibi," demiş "gidebileceğim hiçbir yer yok "Hayır var" diye bağırmış yedi cüceler hep bir ağızdan. "Burada kalabilirsin! Ama biz yokken kapıyı hiç bir yabancıya açmamalısın."
Böylece Pamuk Prenses cücelerin evinde yaşamaya başlamış. Eskisinden çok farklı bir hayatı varmış artık. Uzun günler boyunca konuşacak birini özlüyormuş. Bir sabah yaşlı bir kadın kapıyı çalmış. Elindeki sepette bir sürü ilginç şey varmış. Pamuk Prenses açık pencereden uzanarak kadınla konuşmaktan kendini alamamış.
Pamuk Prenses o yaşlı kadının aslında kılık değiştirmiş olan kraliçe olduğunu anlamamış. Meğer kraliçe aylarca aynaya bakmadıktan sonra bir gün bakmayı denemiş de ayna ona, "bunu nasıl söyleyeceğimi bilemem, ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem," deyivermiş. Kraliçe bunun üzerine öfkeyle yollara düşüp Pamuk Prenses'in gizlendiği yeri bulmuş.
"Kapıyı yabancılara açmaman akıllıca," demiş kraliçe. "Ama lütfen şu elmayı bir iyi niyet belirtisi olarak kabul et." Böyle bir şeyi reddetmek ayıp olacağı için Pamuk Prenses elmayı almış ve kadın gidince kocaman bir ısırık almış. Cüceler işten eve döndüklerinde Pamuk Prenses'i yerde cansız yatar bulmuşlar. Elma hala elinde duruyormuş. Cüceler ağlayarak, "Bu kraliçenin işi!" demişler. Büyük bir kederle Pamuk Prenses'in cansız bedenini taşıyıp camdan bir tabuta koymuşlar.
Bir sabah oralardan geçmekte olan bir prens tabutu ve içindeki güzel kızı görmüş. Görür görmez de aşık olmuş. "Onu saraya götürmeliyim" demiş. "Bir prensese böylesi yakışır." Cüceler karşı çıkmamışlar. Prense tabutu taşımasında yardım etmişler. Ama tam bu sırada Pamuk Prensesin boğazındaki elma parçası çıkmış. Pamuk Prenses yattığı yerden doğrulup gülümsemiş. Pamuk Prenses ve prens çok mutlu bir hayat sürmüşler. Kötü kalpli kraliçe ise öfkesinden çok kısa bir süre sonra ölmüş.

|
|
|
ÜNLÜ ŞAİRLER VE YAZARLAR
ÖMER SEYFETTİN
Seyfettin Öyküleri
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzkü heyecanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin uyumaktadır.Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın,diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde,denize inen küçük merdivenin başında,hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’e giden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır.Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyet hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupa'dan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşundan dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum'dan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çocukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek çocuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerleşir.
Kenen Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup olmayacağı aklına gelir. Çocukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tramvaya biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa görüyormuşçasına duvarlara , perdelere, eşyalara bakar. Türk hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan eğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar. Mısralardan bazıları aklına gelir.
‘Geçme namert köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşiresi de oranın yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler. Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariyet verilecektir. Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de de ‘Beynelmilel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terk edip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırlatmıştır. Grazia Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de... bu sırada Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çocuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükçe olan bir Türk çocuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sorar,
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak niçin soruyorsun ? der .
Soruyorum , neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme eder. İtalyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır. Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türklerin eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa babasından,mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukça büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki Rum çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttihat ve Terakki kulübü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır. Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerinin de mukaddes bir hakları olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablus’ta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra nümayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya döner içeride şiddetli ve heyecanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini , kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yu da yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler. Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca söylemiyordur. Her ikisi de şaşırırlar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalçalarına dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile ‘Ben .. Turko çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırır. Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandalyeye yığılır. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey sevinçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar, kanepenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.
Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye,
- İşte bir boş köşk daha! Dedi.
Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:
- Geç efendim, geç!... Orası size gelmez.
- Niçin canım?
- Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.
- On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya... Tam bize göre...
Bekçi tekrar, katî bir işaretle,
- Buraya oturamazsınız efendim... dedi.
Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederlerdi. Asabî bir istical ile,
- Niye oturamayız? diye sordu.
- Efendim, bu köşkte peri vardır.
- Ne perisi?
- Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.
Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi, gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu. Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el... fakat Lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü:
- Perinin bize zararı dokunmaz! dedi:
Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı.
- Her giren evvelâ böyle söyler, ama bir ay oturmaz.
- Senin nene lâzım. Haydi burasını gezelim.
- Anahtarı sahibindedir.
- Sahibi kim?
- Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan...
- Haydi anahtarı alalım.
- Peki, ama...
Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.
İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvelâ peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlâtlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün kapısını açtılar.
Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet'te tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeğe başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya'dan Konya'dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor: "Allah'tan korkarım neme lâzım!" diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı. Sermet Bey evi gezmek istediğini söyledi:
- Pekâlâ, buyurun! Dedi.
Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinde pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı, Sermet Beye,
- Bu anahtar köşkü de açar... dedi.
Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır... Hepsi tamamdı.
- Kirası ne kadar?
- Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.
- Niçin?
- Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillâh peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Meselâ kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim.
Sermet Bey sordu:
- Vâkıa şimdiye kadar hemen hiç... Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.
- Ben ürkmem.
- İnşallah.
- Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır...
- Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz...
Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.
Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyazi Efendinin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşişiye bir yirmi beşlik kağıt verdi. Bekçi,
- Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız.
- Görürsün.
- Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiç birisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.
Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeli'ydi. Fakat Avrupalıların "Gündüz cefa, gece sefa" düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı. Yemeğe gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.
- Gözünüze öyle görünmüştür! Dediler.
Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya'nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:
- Vay anasına! dedi, telkinin kuvvetine bak!
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı,
- Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun? Dedi.
- Görüyorum.
- Ey, o halde telkin ne demek?
- Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.
- Bu mümkün değil.
- Nasıl değil/
Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv'ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki sanatı yanlış gösterdiğini filan anlattı. "Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz. Hemen kaybolur". Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti. Fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Beyden başka kimse uyuyamadı.
Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeğe çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular. Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey annesi, "Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem" demeğe başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak... Bu Sermet Beyin işine gelecek şey değildi. Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, "daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar" diyorlardı. Sermet Bey kontratın, "Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir" maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmağa başladı. Nihayet çıkmağa karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeğe başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş... Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: "Seni hemen oracıkta çarpar!" diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyorlardı. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.
Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Beyin dizleri titremeğe başladı. İçinden, "Ben korkmuyorum, fakat vücudumun korkuyor!" dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayalet hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena halde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Beyi görünce alabildiğince kaçmağa başladı.
Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal, mukabele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Sermet Bey,
- Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm diye zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı.
- Lamba getirin, suratını görelim.
- ...
Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.
- İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendiyi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı.
Sermet Bey bir kahkaha attı.
Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.
Büyük Hanım,
- Niçin ümmet - i Muhammed'i korkutup deli ediyorsun a efendi?... dedi.
Sermet Bey,
- Onun sebebini ben bilirim! Cevabını verdi.
Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey,
- Haydi bakalım, al eline kalemi!... Yüreğine indirdiklerinin düşürttüğünün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas! dedi.
Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kaleme kaptı. Sermet Bey'in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
"Kiracım Sermet Bey'den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım".
- Hah şöyle!
- ...
imzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti.
Sermet Bey'in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendiye,
- Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! dedikçe, evvelâ sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:
- Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!
Küçük salonun fes renginde kalin, agir perdeli penceresinden disari muhtesem, parlak bir suluboya levhasi gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli agaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karsi sahilde mor, fark olunmaz sisler altinda daglar, korular, beyaz yalilar... Bütün bunlarin üzerinde bir esatir rüyasinin havai hakikati gibi uçan marti sürüleri! Pencerenin önündeki sisman koltuga gayet zayif, gayet sari, gayet ihtiyar bir kadin oturmustu. Bahara, hayata dargin gibi arkasini disariya çevirmisti. Sönmüs gözleri köselerdeki gölgelere karisiyordu. Karsisinda, bir sezlonga uzanmis esmer, güzel bir kiz, siyah maroken kapli bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir kokulari; deniz, dalga fisiltilari getiren tatli bir nisan rüzgari giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardi. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yasinda idi. Köselerin hafif karanliklarindan bazen uyanir gibi ayrilan gözlerini arasira, karsisinda kitap okuyan genç kiza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç disi kalan burusuk agzini açti. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmis, katilasmis elini basina götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altinda daha beyaz görünen saçlarina dokundu. Bir an düsündü. Yine esnedi. Galiba uyanacakti. Arkasindaki açik pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuslarin günesli civiltilari, çiçek ve çimen kokulari hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandiriyordu. Yavas yavas kamburunu arkasina dayadi. Ellerini dizlerine koydu, basini kaldirdi. Biraz dogruldu. Torununun torununa, "Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konusalim."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabindan ayirmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yasinda vardi. Sezlongdaki mühmel uzanisi ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altinda bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçalari daha dolgun, daha genis, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek suh, pek uyanik duran bacaklari daha tombul, daha nefis, ayaklari daha küçük görünüyordu. Tuttugu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile gögsünden firlamak ister gibi kabaran memelerine dayaniyor, sanki onlari zaptediyordu. Gür siyah saçlari magmum, hüzünlü çehresi etrafinda mesut edici, düsündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okudugun ne, kizim?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldi. Karsisindaki, senelerce evvel ihtiyarlayip ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakiyordu. Bu vücut iste hayatinin bahari idi. Arkasindaki, görmek istedigi su pencerenin disarisindaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabanci duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yasinda bir asigin busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgari, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarinda biraz tebessüm, gözlerinde biraz sule uyandirmiyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kiz büyük gözlerini kaldirdi. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir sive ile, "Büyükannecigim, Fransizca bir roman iste..." dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adi ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar demek."
"Onlar kimmis?"
"Biz... Türk kadinlari..."
Büyük nine düsündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarini düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakiyordu: Bu kiz tipki büyük matemleri geçirmis, felaketler görmüs bir zavalli gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onlari zehirliyor, onlari solduruyordu. Onlari bahara, saadete yabanci birakiyordu. Ansizin kalbinde bir aci duydu. Bu genç, bu güzel kiza aciyordu. Titreyen kadit ellerini koltugunun yanlarina dayadi. Hiddetlenmis gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar, Türk kadinlari mi?" dedi. "Hayir hayir! Türk kadinlari asla sevinçten, sadetten mahrum degildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Simdiki kadinlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, su arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunlari görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düsüyor, karariyor, soluyor, soluyor, hirçin, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kiz gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenislerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.
"Hiç siz okumaz miydiniz, büyükannecigim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kizlarina Farisi ögretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardi. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardik. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarimizla münakasa eder, hafizamiza, zekamiza, nüktelerimize onlari hayran ederdik. O vakit bir kadin için en büyük medih: 'Fazila, edibe, saire, akile....' idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanimiyor, baska memleketlerin, baska seylerini ögreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliginizden uzaklasiyor, etrafinizdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kaliyorsunuz. Ah... At elinden o kitabi!"
Esmer güzeli kiz yeniden gülümsedi, "Peki, büyükannecigim" dedi, "bu kitabi atayim... Okumayayim. Sonra bize müebbet ve yikilmaz bir hapishane olan bu sikici evin içinde bu mevkufiyetin yalnizligi içinde çildirayim mi? Okuyor, egleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayir kizim, okuyor, fakat eglenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalasiyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayim da ne yapayim?"
Büyük nine düsünmeye basladi; evet, ne yapsin? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüstü. Seksen sene evvelki hayati birden hatirladi; o vakit erkeklerden ayri bir kadinlar alemi vardi ki, simdi tamamiyla dagilmisti. Bu alem pek genisti. Binlerce kadin birbiriyle konusur, görüsür, eglenirdi. Kendilerine mahsus eglenceleri, zevkleri vardi. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarini kizlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardi. Sirmali çedik pabuçlar, kirmizi feraceler... ah hele kirmizi feraceler... baharin yesil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadinlar tipki birer gelincik çiçegi gibi parlarlardi. Hiç aralarinda çirkin, yani zayif, hastalikli yoktu. Erkekler yalniz kadinlarini tanirlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi. Kiraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafesantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eslerinden ayiran, zavalli Türk kadinlarini tenha evlerde unutulmus bir bekçi gibi birakan felaket mahalleri yoktu. Kadinlar erkekleriyle üzülmeden yasiyor, sonra o vakitki asi boyali büyük evlerin büyük sofalarinda, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarinda, cesim, nadir yalilarda toplaniyorlar, egleniyorlar, mesut oluyorlardi. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardi ki, bugün hepsi tamamiyla unutulmustu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap degistirmek, moda çilginliklarindan, sogukluklarindan, bos bir tekebbürden, manasiz ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasindan baska bir sey yoktu... Alafrangalik bir veba gibi içimize girmis, dudaklarimizin tebessümünü silmis, feracelerimizi parçalamis, pabuçlarimizi atmis, parmaklarimizi narin bir mercan gibi parlatarak güzellestiren kinalarimizi bile ortadan kaldirmisti. Esyamizi, esvaplarimizi degistirirken ruhlarimizi da degistirmisti; her sey yalan, her sey sahte, her sey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetisilmez bir hulyaya inkilap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi saskin ve mustarip bir nesil!... Her seyden nefret eden, her seyi fena gören, karanlik gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah simdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü istiraplariyla seri ve ani mukayesesi, zihninde sedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yasadigina müteessif ediyordu. Genç ve esmer kiz yüz yasina girmeye birkaç adimi kalmis olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgin dalgin bakarak onun zamanindaki kadinlarin saadetinin ne olabilecegini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamiyordu:
"Sustunuz, büyükannecigim..." dedi.
Ihtiyar kadin, burusuk gözlerini açti:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düsünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamaninizda bugünden fazla ne vardi, ninecigim?"
"Çok... birçok seyler..."
Büyükanne tamamiyla dogruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düsündü. Sonra yine basladi. Genç kiz onun disli agzinin içindeki derin sivri karanliga bakiyor, oradan çikan kelimeleri sanki ziyade temasa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok seyler vardi. Her sey bizim için zevk, eglence idi. Her sey: Çocukluk, mektebe baslayis, feraceye giris, kocaya varis, dogurus, hatta ihtiyarlayis bile... Bunlarin hep ayinleri vardi. Her kadinin bu devirleri diger birçok kadinlar için bir zevk, bir eglence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eglence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdi ki bir mektebe baslama, bir sünnet, bir dügün, bir logusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarimiz, kinalarimiz bile eglenceye vesile olurdu. Manilerimiz, sarkilarimiz vardi. Toplanir, aramizda müsavere eder, kis geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eglence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eglencesi, ananesi vardi. Daha hiç açmamis, bir senelik gül agaçlarinin dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah günes dogarken mani söyleyerek tekrar çikarirdik. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kis herkesin lafina, bir söyledigini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadinlar vardi."
Büyük nine ateh getirmis ihtiyarlarin yalniz çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatiyordu. O esnada bir kus kümesi pencerenin yakinindaki bir agacin dallarina konmustu. Siddetle civildasiyorlar, keskin çigliklarini ihtiyarin hafif ve titrek sadasina karistiriyorlardi:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalim?' diye düsünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sikintisinin ne oldugunu bilmezdik. Hasili her sey gülmeye, eglenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapali oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharin kendine mahsus eglenceleri, ananeleri vardi."
"Ne gibi büyük ninecigim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eglence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eglenir, oynardik. Ah bu tefeül... pek sairane, pek latif, pek hassasti. Daima dogru çikardi. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasil?"
"Bahar geldi, agaçlar çiçek açmaya, yapraklar yesillenmeye, çimenler bas göstermeye basladi mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdi. Bahçeye kosar, baharin ortasinda gezinirdik. Ilk görecegimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. Ilk kelebegin beyaz, pembe olmasi için maniler söyler, dallarin üzerine beyaz ve pembe kumas parçalari atardik. Sari veyahut siyah bir kelebek görecegiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manalari vardi. Ah, siz bunlari bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sihhat ve afiyete... Sari kelebek: Kedere, hastaliga... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açik olduguna, mesut olacagimiza kail olurduk... Bahar çiçekleri altinda beyaz kelebegin serefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarini anlatiyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginligine, pembe kelebek kümelerinin bolluga, sari kelebek kümelerinin kitliga; kirmizi kelebeklerden mütesekkil, pek nadir görülen mesum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete isaret oldugunu söylüyor, uzatiyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadinlarin müsahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kiz artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasindaki pencereden görülen nisan semasinin mavi beyaz aydinligina dikmis, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadinlarin mesut olmalari lazim geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladikça, erkeklere yaklastikça iptidai kadinliklarindan, disilikten uzaklasiyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutusuyor, eski kadinligin zevke, saadete vesile addettigi disilik kayitlari kendilerine atesten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazariyla bakiyorlar, siyah çarsafli kalin peçeleri ezici, soldurucu, vahsi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardi. Fakat haksiz miydilar? Mademki "terakki"den içtinap kabil degildi; terakki ise mutlaka degistirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asirlarca evvelki Türk kadinligi da iptidai, mebnai halinde kalamazdi. Kuklaliktan, bebeklikten, masumiyetten, hasili disilikten çikacak, hakiki kadin haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasiyla insan, insan olacakti... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artik isitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutuklari, tiyatrolari, konferanslariyla Mesrutiyetin ilani geçiyor, hala tükenmez el sakirtilari, alkis kabuslari isitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, siki esaretten azat edileceklerini, insanlik hakkina nail olacaklarini ümit etmislerdi. Ah bu ümit, nasil çabucak sönmüs, söndürülmüs; bu hayal, ne feci bir surette kirilmisti... Düsünüyor, aglamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir sey ümit edemezler miydi? Türk kadinligi bir gün yüksek idrakiyla, alti asirlik tesadüfi, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasiyla, bir Avrupali kadin gibi insanlik sahnesine çikarak ihtiramlar, perestisler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kiz tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karisan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hos olacakti. Eski Türk kadinliginin itikatlari yeni Türk kadinliginin talihine nasil bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandigi sezlongdan dogruldu. Ayaga kalkti. Büyük nine susmustu. Torununun bu ani kalkisina taaccüple bakiyordu. Sordu:
"Ne var kizim, neye kalktin?"
Güzel, esmer kiz gülerek, "Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için degil, benim gibi olanlar için Türk kizlari için, bütün Türk kizlarinin talii için bakacagim" dedi, pencereye yaklasti. Büyük nine titreyerek koltugundan kalkti. "Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayim sizin için..."
Ikisi de pencerenin kenarinda idiler. Sagda genç kiz muhtesem, levent endamiyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Disariya bakiyorlardi. Bütün tabiat gözleri kamastiran tatli, sicak bir aydinlikta parliyordu. Denize günes aksetmis, onu baska elemlere akip giden ebedi, nihayetsiz bir gümüs nehrine benzetmisti. Agaçlarin ufak, koyu yesil yapraklari hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düsüyordu. Karsi sahil tirse daglari, mor korulari, beyaz yalilariyla bir serap memleketini bir peri payitahtini andiriyordu. Susuyor, bakiyorlardi. Henüz bir kelebek görmemislerdi. Çiçek tarhlari üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardi. Tek bir marti yakin bir tehlikeden, meçhul bir seametten kaçar gibi hizla geçiyor, haykiriyordu. Nerede olduklari görülmeyen kuslar mütemadiyen ötüyorlar, civiltilari canli ve tannan bir ziya yagmuru gibi semadan yagiyor zannolunuyordu. Genç kiz birden, elini kalbine götürdü, yavas bir sesle, "Ah iste..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmagiyla,
"Fakat ben senden evvel su beyazi gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolasan bir kelebeği gösterdi.
Genç kiz son bir cebirle ona da bakti:
"Ah büyük ninecigim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz degil, sari bir kelebek.."
...Anasinin ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardi. Bu parlak taze tabiat simdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhlari müteverrim kizlarin metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine sezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sari, siyah kelebekli bahardan ürkmüs, yine arkasini dönmüstü. Koltugunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çikariyordu. Genç kiz elinden birakmadigi siyah maroken kapli kitabini açti, bu kitap simdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamiyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemedigine; zavalli yeni neslin, simdiki Türk kadinliginin talii ancak felaket, keder, ölüm olduguna, ebediyen siyah kefeni yirtamayacagina, tesettürden kurtulamayacagina, evlerin bos, tenha duvarlari arasinda, meçhul çiçekler gibi açmadan, dogmadan ölecegine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batil itikatlar o kadar kuvvetli, müthis idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çaliyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasindan kiriyordu. Düsünüyordu; fakat bu batil itikatlar, bu hasin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalniz Türklere, yalniz Türkiye'ye mahsus degildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardesi, oturdugu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yag bulunmadigini, Paris'te aileler arasindaki Katolik deliligin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacagini yaziyordu... Birden kendisi gibi baska ufuklar, baska saadetler, baska hayatlar tahayyül eden mahrum kadinlarin romancisi, büyük bir garp muharririnin sakirdine her seyin bir hududu oldugundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanlarin behimiyetine nihayet yoktur!" dedigini hatirladi.
Pencereden, sevdigine kavusmadan ölen genç ve müteverrim bir asikin son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin birakilmis taze çelenk kokulari getiriyor, odanin gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalaniyordu...
Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Bu mesum tefeülün ihtiyar dimaginda husule getirdigi yorgunluk on bir uyku ilaci gibi tesir etmisti. Genç kiz... Genç, esmer kiz gözlerini kitaba dikmis, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarsist gögsüne bastirarak, içinden dudaklarina yükselen kalbi ihtilali, bu sedit, sebepsiz hirçinligi tutmaya çalisiyordu. Odanin uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadinliginin meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asir evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatirasi... digeri, bugünün bir asirlik mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçegi idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapali tenha oda, bu muhtesem, süslü mezar idi. Pencerenin yakinlarina gelen kus kümesi, bazen sedit bir civilti, aydinlik bir gürültü kopariyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artik hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hiriltisi ile horluyordu. Torununun torunu, genç kiz, güzel kiz, esmer kiz hala hiçkirigini zaptediyor, donmus gibi, sezlonguna uzanmis duruyordu. Genis pencereden intizamsiz fasilalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarinin cereyani ansizin deminden gördükleri siyah kelebegi getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhtesem tabiatin, çiçekli, müsfik baharin cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andiriyordu. Simdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokulariyla gelmis, su genis pencerenin önünde çirpiniyordu. Içerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatlarin dogmadan katlettigi bu canli ölüleri, onlarin müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede olduklari belli olmayan kuslar, insafsiz ve yakici bir hücuma ugramislar gibi ansizin bütün kuvvetleriyle civildamaya basliyor, bütün tabiati istila eden sedit, feci civiltilarla aci aci feryat ediyorlardi.
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzun Kum dere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
-Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:
-Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.
-Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
-...
Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:
-İşte yarın başı! dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
-Yak bir cigara bakalım!
Ağır bir tavırla:
-Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
-Niçin? Namazgah mı burası?
-Hayır!
-Ya ne?...
Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
-Burası Yalnız Efenin “sır olduğu” yerdir, dedi.
Serin bir rüzgar yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikayelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
-Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim? nasıl sır oldu? dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
-Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.
-Niye gözükmezdi?
-Çünkü kızdı.
-Kız mıydı?
-Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kut sayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikayesine devam etti:
“Dağa çıktığı zaman daha on altı yaşındaymış. Babası gençliğinde bize köye göçmüş, kızından başka kimsesi yokmuş.
“Bu adam, bir gün nasılsa Ese oğlunun çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler. Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. Babamı vuran filandır, tutun! der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazım varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona “işte bunlar da şahit olsun sen bu gün babamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar, Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur...
“Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete Yörük’ün davasını hasır altı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş, gözünü açmayan erkeğe; “size zulüm eden kim? rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan kaza da kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlara haber gönderir, “filan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş, peri gibi güzelmiş...
“Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse alamaya cesaret edemezmiş.
“Yalnız Efe’ den kimsenin şikayeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camisine bakmayan köye haber gönderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.” dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılı imiş. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
“Uzatmayalım... İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Boz dağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler. Yalnız Efe: “siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca:”asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yürüyün buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
“O vakitten beri Yalnız Efeye rasgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
* * *
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kabus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
-Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı... dedim.
-Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diye reddetti.
-Ee, havaya uçmadı ya!
-Sır oldu!
Gülerek sordum:
-Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
-Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.
16.10.2006
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
- Yürekli bir adam gerekli, paşalar... dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
- Kuşkusuz.
- Hiç kuşkusuz.
- Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...
- Evet!
- Hay hay.
- Çok doğru... Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
- Haydi öyleyse... Yürekli bir adam bulun!.. dedi... Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım...
- ...
- ...
- ...
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı... Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu... Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı... Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.
- Tuhaf...
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek...
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim....
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
- Getirin buraya.... dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
- Şey...
- Buyurunuz efendim.
- Buyur oğlum, şöyle otur da...
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
- Ben mi?
- Evet
- Ne ilgisi var?
- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
- Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğri burnu... ince sarığı... tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum.
- Devletini seviyor musun?
- Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye z******* yok" kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin... Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
- Ettim efendim, ama bir koşulum var... dedi.
- Ne gibi.
- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem... Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı... Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...
Sadrazam gözlerini açtı.
- ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
- Ne giyeceksin?
- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.
- Ne... O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur... Çünkü...
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu... Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
- Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Ediyoruz... Ediyoruz...
- Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
- Hayır, getirmedim.
- Acemistan'da mı sattın?
- Hayır, satmadım.
- Çaldırdın mı?
- Hayır.
- Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da hiç kimse, ünlü "Pembe İncili Kaftan"ın "Nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan...
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda....
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh'a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.
Pervin'i uyandırdım.
- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır,. şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
Akdeniz'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
- Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için. üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselâm'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?
Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki...
- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu.
Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.
"Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:
- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:
- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.
- ...
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:
- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...
İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi, Bey'in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.
- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu.
İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?
- Evet...
İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:
- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.
Eski kahraman kabul etmedi:
- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
- Çok yaşlısın baba.
- Ama yüreğim güçlüdür.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk yıldır dövüşü özledim.
Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü.
İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi.
|
|
|
|
|
 |
|